Sevval
New member
Ego Kelimesi Türkçe midir? Bir Kelimenin Ardındaki İnsan Hikâyesi
Selam dostlar,
Bu akşam elimde bir fincan kahveyle, bilgisayarın ekranına bakarken bir kelimenin peşine düştüm: “Ego.”
Ne kadar basit, değil mi? Üç harf… Ama koca bir dünyanın, binlerce duygunun, sayısız tartışmanın kalbinde duran bir kelime.
Bazen arkadaşlarımızla tartışırken “Egosuna yenildi.” deriz.
Bazen birini överken “Egosunu aşmış.” diye gururlanırız.
Ama hiç düşündünüz mü, bu “ego” dediğimiz kelime nereden geldi, ne kadar bizim, ne kadar bizden uzak?
Bir Sohbetin Başlangıcı
Bir akşamüstüydü. Üniversite yıllarından arkadaşım Ahmet’le sahilde yürüyorduk. Ahmet tam anlamıyla stratejik düşünen, analitik bir adamdı.
“Biliyor musun,” dedi, “biz Türkler her şeyi içselleştiriyoruz ama kelimelerin kökenini sorgulamıyoruz. Mesela ‘ego’ kelimesi… Türkçe değil ama öyle yerleşmiş ki sanki çocukluğumuzdan beri bizimleymiş gibi.”
Yanımızda Elif de vardı; Ahmet’in tam zıttı diyebilirim. Duygusal, sezgisel, insanın kalbine dokunan biri. Elif hemen araya girdi:
“Ahmet, bazen bir kelimenin kökeninden çok, onu nasıl hissettiğimiz önemlidir. ‘Ego’ belki Türkçe değil ama biz ona Türk ruhunu verdik.”
O anda ikisi arasında bir tartışma başladı ama öyle hararetli değil, tam bir fikir alışverişiydi. Ben de sessizce dinliyordum. O kadar tanıdıktı ki bu sahne: akıl ve kalp bir kez daha aynı masada karşı karşıyaydı.
Bir Kelimenin Yolculuğu
Ahmet anlatmaya başladı:
“‘Ego’, Latince kökenli bir kelime. ‘Ben’ demek. Sonra Sigmund Freud’un psikolojiye kattığı üçlü kavramla hayatımıza girdi: id, ego, süperego.
Yani ‘ego’ aslında akılcı benliktir, denge kurandır. Ama zamanla halk dilinde kibir, gurur, kendini beğenmişlik gibi anlamlar kazandı. Aslında kelimenin kendisi değil, biz ona yüklediklerimiz değişti.”
Elif gülümsedi:
“Yani sen diyorsun ki, ego aslında kötü değil, sadece yanlış anlaşılmış bir kelime?”
Ahmet başını salladı.
“Evet. Biz onu yanlış tanıdık. Tıpkı bazı insanları tanımadan yargıladığımız gibi.”
O an durduk.
Kelimelerin de insanlar gibi yanlış anlaşılabildiğini fark ettik.
Egonun Türkçeleşen Hikâyesi
Elif çantasından küçük bir defter çıkardı. Her zaman yanında olurdu. “Bak,” dedi, “ego belki Türkçe değil ama Türkçe’nin duygusal dokusuna karıştı. Mesela ‘benlik’ diyoruz, bu kelime ego’nun ruhunu Türkçeleştiriyor. Fakat biz ‘ego’ dediğimizde, artık o kelime sadece kökeniyle değil, bizde uyandırdığı hisle var oluyor.”
Ahmet hemen itiraz etti:
“Dil duyguyla yaşar ama mantıkla korunur Elif. Eğer her yabancı kelimeyi sahiplenirsek, bir süre sonra kendi dilimizin köklerini kaybederiz.”
Elif’in gözleri parladı:
“Peki Ahmet, ego’suz bir toplum olabilir mi? Kendi benliğini tanımadan aidiyet kurabilir misin? Belki ‘ego’yu yabancı sandığımız için kendi ‘ben’imize yabancılaşıyoruz.”
İşte o anda ben, o iki zıt kutbun arasında, kelimenin gerçek gücünü hissettim.
Ego, aslında sadece bir kelime değil; insanın kendine bakışının aynasıydı.
Ego’nun İnsan Hâlleri
Düşündüm de…
Ego bir çocuğun “Ben yapabilirim!” derkenki inancıdır.
Bir kadının, haksızlığa karşı başını dik tutarkenki kararlılığıdır.
Bir erkeğin, yenilse bile yeniden denemeye karar verdiği andır.
Ama aynı zamanda, birinin sesini kısmaya çalışan, başkasının fikrini hiçe sayan, kendi doğrularını evrensel sanan bir kibir de olabilir.
Yani ego, ne tamamen kötü ne tamamen iyi.
Bir denge.
Tıpkı Ahmet ve Elif gibi.
Ahmet mantığın sesi, Elif kalbin yankısıydı. Ego ise onların ortasında bir yerdeydi; bazen koruyucu, bazen yönlendirici, bazen de yaralayıcı.
Dil, Duygu ve Kimlik
Ego kelimesi Türkçe değildir, evet.
Ama tıpkı “problem”, “vizyon”, “motivasyon” gibi; artık dilimizin duygusal mirasına karışmıştır.
Bir zamanlar yabancı olan bu kelimeler, bizim hikâyelerimizde, türkülerimizde, günlük konuşmalarımızda “yerli”leşmiştir.
Çünkü Türkçe sadece köklerden değil, yaşanmışlıklardan beslenir.
Belki de Türkçenin en güzel yanı budur:
Yabancıyı da kucaklar, ona kendi tonunu verir.
Tıpkı bir göçmenin yeni ülkede kök salması gibi.
Bir Ayna Gibi: Hepimizde Biraz Ego Var
Akşam ilerledikçe, denizin üstündeki ay ışığı giderek parladı.
Ahmet sustu, Elif gökyüzüne baktı.
“Belki de,” dedi Elif, “ego kelimesi Türkçe değil ama biz onu Türk kalbinde yeniden tanımladık.”
Ahmet gülümsedi: “Yani sen diyorsun ki, önemli olan kelimenin doğduğu yer değil, büyüdüğü yerdir.”
O an ikisi de haklıydı.
Çünkü dil, tıpkı insan gibi, doğduğu yerde değil; anlam bulduğu yerde yaşar.
Ego da artık bizimle yaşıyordu.
Her gururumuzda, her kırgınlığımızda, her “ben” deyişimizde.
Son Söz: Kelimeler de İnsan Gibi
Ego kelimesi Türkçe değil belki, ama Türk insanının hikâyelerinde, şiirlerinde, tartışmalarında yer bulduysa; artık o kelime bizimdir.
Kimi zaman kırar, kimi zaman korur.
Ama hep hatırlatır: insan, kendini tanımadan başkasını anlayamaz.
Ego, işte o tanıma yolculuğunun sessiz rehberidir.
Peki Siz Ne Düşünüyorsunuz Forumdaşlar?
Sizce ego bizi mi yönetiyor, yoksa biz mi egoyu?
Bir kelimenin bizim olması için kökeninin mi, yoksa kalbimize dokunmasının mı önemi var?
Ahmet’in mantığı mı doğru sizce, Elif’in sezgisi mi?
Yoksa ikisinin arasında, bizlere ait bir üçüncü yol mu var: “Benliğini bil, ama benliğinde kaybolma.”
Yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyorum dostlar…
Belki hep birlikte, bu kelimenin anlamını yeniden yazabiliriz.
Selam dostlar,
Bu akşam elimde bir fincan kahveyle, bilgisayarın ekranına bakarken bir kelimenin peşine düştüm: “Ego.”
Ne kadar basit, değil mi? Üç harf… Ama koca bir dünyanın, binlerce duygunun, sayısız tartışmanın kalbinde duran bir kelime.
Bazen arkadaşlarımızla tartışırken “Egosuna yenildi.” deriz.
Bazen birini överken “Egosunu aşmış.” diye gururlanırız.
Ama hiç düşündünüz mü, bu “ego” dediğimiz kelime nereden geldi, ne kadar bizim, ne kadar bizden uzak?
Bir Sohbetin Başlangıcı
Bir akşamüstüydü. Üniversite yıllarından arkadaşım Ahmet’le sahilde yürüyorduk. Ahmet tam anlamıyla stratejik düşünen, analitik bir adamdı.
“Biliyor musun,” dedi, “biz Türkler her şeyi içselleştiriyoruz ama kelimelerin kökenini sorgulamıyoruz. Mesela ‘ego’ kelimesi… Türkçe değil ama öyle yerleşmiş ki sanki çocukluğumuzdan beri bizimleymiş gibi.”
Yanımızda Elif de vardı; Ahmet’in tam zıttı diyebilirim. Duygusal, sezgisel, insanın kalbine dokunan biri. Elif hemen araya girdi:
“Ahmet, bazen bir kelimenin kökeninden çok, onu nasıl hissettiğimiz önemlidir. ‘Ego’ belki Türkçe değil ama biz ona Türk ruhunu verdik.”
O anda ikisi arasında bir tartışma başladı ama öyle hararetli değil, tam bir fikir alışverişiydi. Ben de sessizce dinliyordum. O kadar tanıdıktı ki bu sahne: akıl ve kalp bir kez daha aynı masada karşı karşıyaydı.
Bir Kelimenin Yolculuğu
Ahmet anlatmaya başladı:
“‘Ego’, Latince kökenli bir kelime. ‘Ben’ demek. Sonra Sigmund Freud’un psikolojiye kattığı üçlü kavramla hayatımıza girdi: id, ego, süperego.
Yani ‘ego’ aslında akılcı benliktir, denge kurandır. Ama zamanla halk dilinde kibir, gurur, kendini beğenmişlik gibi anlamlar kazandı. Aslında kelimenin kendisi değil, biz ona yüklediklerimiz değişti.”
Elif gülümsedi:
“Yani sen diyorsun ki, ego aslında kötü değil, sadece yanlış anlaşılmış bir kelime?”
Ahmet başını salladı.
“Evet. Biz onu yanlış tanıdık. Tıpkı bazı insanları tanımadan yargıladığımız gibi.”
O an durduk.
Kelimelerin de insanlar gibi yanlış anlaşılabildiğini fark ettik.
Egonun Türkçeleşen Hikâyesi
Elif çantasından küçük bir defter çıkardı. Her zaman yanında olurdu. “Bak,” dedi, “ego belki Türkçe değil ama Türkçe’nin duygusal dokusuna karıştı. Mesela ‘benlik’ diyoruz, bu kelime ego’nun ruhunu Türkçeleştiriyor. Fakat biz ‘ego’ dediğimizde, artık o kelime sadece kökeniyle değil, bizde uyandırdığı hisle var oluyor.”
Ahmet hemen itiraz etti:
“Dil duyguyla yaşar ama mantıkla korunur Elif. Eğer her yabancı kelimeyi sahiplenirsek, bir süre sonra kendi dilimizin köklerini kaybederiz.”
Elif’in gözleri parladı:
“Peki Ahmet, ego’suz bir toplum olabilir mi? Kendi benliğini tanımadan aidiyet kurabilir misin? Belki ‘ego’yu yabancı sandığımız için kendi ‘ben’imize yabancılaşıyoruz.”
İşte o anda ben, o iki zıt kutbun arasında, kelimenin gerçek gücünü hissettim.
Ego, aslında sadece bir kelime değil; insanın kendine bakışının aynasıydı.
Ego’nun İnsan Hâlleri
Düşündüm de…
Ego bir çocuğun “Ben yapabilirim!” derkenki inancıdır.
Bir kadının, haksızlığa karşı başını dik tutarkenki kararlılığıdır.
Bir erkeğin, yenilse bile yeniden denemeye karar verdiği andır.
Ama aynı zamanda, birinin sesini kısmaya çalışan, başkasının fikrini hiçe sayan, kendi doğrularını evrensel sanan bir kibir de olabilir.
Yani ego, ne tamamen kötü ne tamamen iyi.
Bir denge.
Tıpkı Ahmet ve Elif gibi.
Ahmet mantığın sesi, Elif kalbin yankısıydı. Ego ise onların ortasında bir yerdeydi; bazen koruyucu, bazen yönlendirici, bazen de yaralayıcı.
Dil, Duygu ve Kimlik
Ego kelimesi Türkçe değildir, evet.
Ama tıpkı “problem”, “vizyon”, “motivasyon” gibi; artık dilimizin duygusal mirasına karışmıştır.
Bir zamanlar yabancı olan bu kelimeler, bizim hikâyelerimizde, türkülerimizde, günlük konuşmalarımızda “yerli”leşmiştir.
Çünkü Türkçe sadece köklerden değil, yaşanmışlıklardan beslenir.
Belki de Türkçenin en güzel yanı budur:
Yabancıyı da kucaklar, ona kendi tonunu verir.
Tıpkı bir göçmenin yeni ülkede kök salması gibi.
Bir Ayna Gibi: Hepimizde Biraz Ego Var
Akşam ilerledikçe, denizin üstündeki ay ışığı giderek parladı.
Ahmet sustu, Elif gökyüzüne baktı.
“Belki de,” dedi Elif, “ego kelimesi Türkçe değil ama biz onu Türk kalbinde yeniden tanımladık.”
Ahmet gülümsedi: “Yani sen diyorsun ki, önemli olan kelimenin doğduğu yer değil, büyüdüğü yerdir.”
O an ikisi de haklıydı.
Çünkü dil, tıpkı insan gibi, doğduğu yerde değil; anlam bulduğu yerde yaşar.
Ego da artık bizimle yaşıyordu.
Her gururumuzda, her kırgınlığımızda, her “ben” deyişimizde.
Son Söz: Kelimeler de İnsan Gibi
Ego kelimesi Türkçe değil belki, ama Türk insanının hikâyelerinde, şiirlerinde, tartışmalarında yer bulduysa; artık o kelime bizimdir.
Kimi zaman kırar, kimi zaman korur.
Ama hep hatırlatır: insan, kendini tanımadan başkasını anlayamaz.
Ego, işte o tanıma yolculuğunun sessiz rehberidir.
Peki Siz Ne Düşünüyorsunuz Forumdaşlar?
Sizce ego bizi mi yönetiyor, yoksa biz mi egoyu?
Bir kelimenin bizim olması için kökeninin mi, yoksa kalbimize dokunmasının mı önemi var?
Ahmet’in mantığı mı doğru sizce, Elif’in sezgisi mi?
Yoksa ikisinin arasında, bizlere ait bir üçüncü yol mu var: “Benliğini bil, ama benliğinde kaybolma.”
Yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyorum dostlar…
Belki hep birlikte, bu kelimenin anlamını yeniden yazabiliriz.